Mavimarmara
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Tasavvuf Üzerine Düşünceler

Aşağa gitmek

Tasavvuf Üzerine Düşünceler Empty Tasavvuf Üzerine Düşünceler

Mesaj  elifgibi Paz Tem. 24, 2011 11:02 pm

Kültür dünyamızın şekillenmesinde özellikle X.yüzyıldan sonra etkili olmaya
başlayan tasavvufun mahiyetini, önemini ve başlangıçtan günümüze kadar gelişim
sürecini ana hatlarıyla incelemeye çalışacağız.

İnsanlık tarihinin
gelişimi ile birlikte düşünebileceğimiz konulardan birisi de şüphesiz özünde
ilâhi bilgi ve sırların bulunduğu mistik düşüncedir. Gizlilik anlamını ihtiva
eden Latince kökenli bu kelime, zamanla felsefî ve dînî bir mahiyet almıştır.
Bazı araştırmacılar ise mistisizmi, dînî, lâ-dînî, sonsuzluk ve kişilik
mistisizmi gibi farklı tasniflere tabi tutmuşlardır. Belli ölçüde gizlilik
esasına dayanan mistisizmde maddeye karşı bir tavır (zühd) ve seyr-i sülûk gibi
bir takım uygulamalar olduğu görülmektedir.

Mistik yaşamın ve mistik
anlayışın İslâm, Hıristiyan ve Musevî dünyasına, Yunan düşüncesine, Brahmanizm,
Budizm ve Manihaizm’e farklı yansımaları olduğu söylenebilir. Burada özellikle
mistisizmin tasavvufla ayrım noktalarını kısaca belirtmeyi yararlı görüyoruz:


Mistisizmde metotsuzluk ve pasiflik egemendir. Şeyhe bağlanma gibi bir
durum söz konusu değildir, şeyh olmadığı için mürşitler silsilesi gibi bir
gelenek de oluşmamıştır. Belirli zamanlarda yapılması gereken evrâd u ezkâr
bulunmamakta ve insanlar yetenekleri ölçüsünde mistisizmin içinde kendilerine
yer bulabilmektedir. Her hangi bir hiyerarşi yoktur ve en son varılabilecek
nokta İlme’l-yakîn derecesidir.

Tasavvufta ise metot önemlidir, aktiflik
esastır. Seyr-i sülûk bir mürşidin nezaretinde başlayıp devam eder. Mürşit
merkezli bir yapılanma esas olduğundan silsile mevcuttur. Şeyhin belirlediği
esaslar doğrultusunda yapılması gereken evrâd u ezkâr vardır; insanlar intisapla
bu dünyaya girebilir ve şeyh, zikir ve riyazet gibi unsurlarla makamları
aşabilirler. Tasavvufta herkesin yerinin belli olduğu piramide benzer bir
yapılanma vardır. Sûfilerin varabilecekleri en son nokta Hakka’l-yakîn
derecesidir.

Bu kısa açıklamadan sonra, mistisizmin İslâm dünyasında
tasavvuf olarak şekillenmesi üzerinde duralım. Kişinin nefsini terbiye etmesi,
ıslah etmesi, varlıktan geçerek Allah’a kavuşması amacını güden tasavvuf,
kaynağı Kur’an ve hadis olmakla beraber, ortaya çıktığı dönemdeki ilimlerden
(hadis, fıkıh, kelam gibi) de etkilenen ve İslâm
âleminde doğup gelişen rûhî ve mânevî hayat tarzıdır. Bazı sûfilerce tasavvuf,
sulhu olmayan bir savaş; nefse kul, şeytana zebûn olmamak, nefsin nasibini terk
ederek Hakk’ın nasibini aramak; zâhirden uzaklaşıp bâtına yaklaşmak; mihnetleri
gizlemek; cömertlik, zariflik ve temizlik olarak değerlendirilmiştir. Kuşeyrî,
ilk sûfilerin hepsinin Sünnî olduğunu belirterek tasavvufun, ehl-i sünnetin
bünyesinden çıktığını ileri sürmektedir.

İslâm kültür ve düşünce
dünyasını derinden etkileyen bu cereyanın Arabistan’da doğmamış, gelişmemiş ve
yerleşmemiş olduğuna dikkat çeken A.Yaşar Ocak, tasavvufun yapı itibarı ile
İslâmı, kendi eski kültürleri çerçevesinde algılayan Araplar dışındaki
Müslümanların, kitâbî ve nasçı İslam anlayışını temsil eden hâkim Arap Müslüman
sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olması yönüne dikkat
çekmektedir. Tabi ki bu tespitle, tasavvufun Arapları dışladığı
düşünülmemelidir. Buradaki amacın, Arapların, özellikle Emeviler devri ile
başlayan şiddet politikalarına yönelik bir eleştiri olduğu göz önüne
alınmalıdır.

Kaynağı Kur’an ve hadis olmakla birlikte, bu iki kaynakta da
geçmeyen Tasavvuf kelimesinin hangi kökten türemiş olduğu hususunda,
araştırmacılar çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Tasavvuf kelimesinin,
saflık, duruluk, berraklık anlamına gelen “safv” kökünden, “Benu Sûfe”
kabilesinden, “suffe” ashabından, bir çöl bitkisi olan “sufane”den, Yunanca
hikmet anlamına gelen “sophia”dan ve yün anlamına gelen Arapça “suf” kökünden
türediği ileri sürülmüştür. Bu konudaki genel kanı, kelimenin en son ifade
ettiğimiz yün anlamındaki “suf” kökünden türediğidir. Peygamberlerin ve zühd
ehlinin, kibir, gurur ve bencilliğin belirtisi sayılan ipek elbiseler yerine,
ekseriyetle yünden yapılmış elbiseler giymeleri, zühd ve takva belirtisi olarak
değerlendirilmiştir. Bu anlayış, tâbiûn ve onları takip eden kuşaklar tarafından
da devam ettirilmiştir.

Dünyayı âhiretle bir ve eşit tutmaya veya ondan
daha üstün tutmamaya; maddeye ve eşyaya karşı tavır ortaya koymaya İslam
tasavvufunda zühd denilmektedir. Bazı sûfiler zühdü, lüzumlu olanı, dünyayı ve
parayı terk etmek; elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmaması; azlık, halvet
ve açlık olarak ifade etmişlerdir. Zühd, tasavvufun temelidir, ibadet ise zühdün
tabii bir sonucudur. İbadetlerin amacı, nefsi disiplin altına alarak Allah’a
yaklaşmaktır. Tasavvuf ile zühd arasındaki münasebet de bu açıdan önemlidir.
Zühdde korku, tasavvufta aşk unsurunun ağır bastığı görülür. Aşkın önemini
göstermesi açısından Schimmel’in de örnek olarak verdiği, efendisi tarafından
azad edilmiş bir köle olan Râbia Hatun’nun hikâyesi dikkat çekicidir: Bir elinde
meşale ve diğer elinde ibrikle Basra sokaklarında yürüyen Râbia’ya bu
davranışının hikmeti sorulduğunda o şu cevabı vermiştir: “Cenneti ateşe vermek,
cehenneme ise bir son vermek için bu haldeyim. Böylece engeller ortadan
kalktığında, Allah’a kimin aşkla, kimin cennet kaygısıyla ibadet ettiği
görülecektir.”

İlk dönemlerden itibaren zühd ve tasavvufa yönelenler
arasında Basralı Râbia Hatun gibi kadın zâhideler ve sûfiyeler de bulunmaktadır.
Kuşeyrî, Kelebâzî, Hücvirî gibi sûfi yazarların, tasavvufla iştigal eden
kadınlardan hiç bahsetmemiş olmalarına karşın, çeşitli dönemlerde yazılmış bazı
sûfi tabâkat kitaplarında bu konuya yer verildiğini görüyoruz. Nefâhatu’l-Üns’te
Râbia, Lübâbe, Şu’vâne, Fatıma-i Nişaburiye, Meryem Basriye, Ümmü Muhammed ve
Ümmü Ali gibi otuzu aşkın kadın zâhideden bahsedilmektedir. Sülemî ve İbn Cevzî
sûfi kadınlar hakkında geniş bilgi vermektedir. Bazı sûfilere göre ricâlu’l-gayb
arasında kadın dervişlerin olduğu da ileri sürülmektedir.

Mevlânâ’nın
kadınların düzenlediği semâ meclislerine gitmesi ve Mesnevî’de zaman zaman
kadınları ön plana çıkarması, onun bu konudaki tavrını da yansıtmaktadır.
Mevlevîlik’te kadın halifelerin bulunduğu bilinmektedir. Sultan Veled’in kızı
Şeref Hâtun, bir çok mürideye sâhip bir Mevlevî
halifesidir.

Bektâşilik’te de kadınlar âyin-i cem adı verilen tarikat
törenine erkeklerle beraber iştirak ederler, muhabbet sofrasında beraber
otururlar, beraber nefes okurlar ve semâ ederler. Tasavvufun kadını toplumsal
hayatın içine çekme düşüncesi, medresenin baskısı ile sekteye uğramıştır.
Bektâşilerin ve Alevîlerin dışında kadın dervişler, baskılar sebebiyle toplumdan
ayrılmak zorunda kalmışlardır.

Hz. Peygamber, sahabe ve tâbiîn
dönemlerinde insanlar, büyük ölçüde âyet ve hadislerin de tesiriyle zühd
hayatına yönelmişti. Burada, Kur’an’ın Mekkî ve Medenî âyetlerini ve bunların
önemini belirtmek yararlı olacaktır. Mekkî âyetler, genellikle iman
hakikatlerine yönelik konuları dile getirmekte ve İslâmî zühd hayatının da
temelini oluşturmaktadır. Bu dönemlerdeki Peygamber ve sahabe hayatı, bu yaşamın
iskeletini oluşturmuştur. Hicretle birlikte Medine’ye yerleşen Müslümanlar,
artık biraz daha toplumsal hayatın içine çekilmeye başlanmış ve Kur’an’ın Medenî
âyetleri de bu sosyal düzenin oluşmasında en önemli unsur olmuştur. Ancak
Medine’de bir İslam devletinin şekillenmeye başlamasıyla birlikte, daha Hz.
Peygamber döneminde insanların kısmen zühd hayatından koparak dünya nimetlerine
temâyül göstermeye başlamaları da dikkatlerden kaçmayan bir husustur. Dört
halife dönemi ve özellikle de Emeviler’den itibaren bu tür yaşam biçiminin
giderek rağbet edilen bir mahiyet aldığı görülmektedir.

Tasavvufun tarihi
gelişimi incelenirken kaynakların, konuyu çeşitli tasniflerle ve belirli
kıstaslara göre ele aldığı görülecektir. Konuyla ilgili olarak hazırlık
sürecinde yaptığımız çalışmalardan yola çıkarak, tasavvufun tarihî gelişimini
Kuşadalı İbrahim Halvetî’nin bakış açısı doğrultusunda ele almaya çalışacağız.
Buna göre tasavvufun tarihî gelişimi, ilk devir, tekke devri ve son devir olmak
üzere üç kısımda değerlendirilecektir.

elifgibi

Mesaj Sayısı : 141
Puanlama : 394
Kayıt tarihi : 20/07/11

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Tasavvuf Üzerine Düşünceler Empty Geri: Tasavvuf Üzerine Düşünceler

Mesaj  elifgibi Paz Tem. 24, 2011 11:03 pm

İlk devir, Peygamber devri ve Zâhidler devri olarak iki kısımda incelenmektedir.
Peygamber döneminde kaynak tektir ve mistik hayat, Peygamber’in yaşadığı gibi
yaşamaktan ibarettir. Mistik yaşayışta ileri olanlar, takvâ bakımından faziletli
kabul edilmektedir. Tasavvuf kelimesinin daha kavram olarak kullanılmadığı bu
süreçte, İslam toplumu yaşamın her boyutunda, Hz. Peygamber’i kendisine örnek
almıştır. Zira Peygamber, din, dünya, fert, devlet gibi bütün alanların liderlik
vasfını benliğinde toplamıştı. Bu özelliklerin, sonraki devirlerde müstakil
kurumlar haline geldiğini ve her birinin örnek şahsiyetinin başka bir tip olarak
ortaya çıktığını görüyoruz. Bu açıdan Peygamber’in fıkhî sahadaki liderliğini
fakihlerin, Kur’an’ı anlama ve yorumlamadaki liderliğini müfessirlerin, imânî
konulardaki liderliğini kelamcıların ve Bâtınî konularla ilgili liderliğini
sûfîlerin veya velîlerin üstlendiği söylenebilir.

İlk devrin ikinci
kısmını oluşturan zâhidler devri, İslam tarihinin Tâbiûn (sahabeleri görenler)
dönemine rastlamaktadır. Tekke devrinin ilk bölümü olan tarikatler öncesi döneme
geçişin sağlandığı bu devrin zâhidane hayat tarzı, insanlardan ayrı ve yalnız
yaşama, nefsî istekleri dikkate almama ve onlarla mücadele, sabır, tevekkül,
Allah korkusu, hüzün, çok ağlama ve şüpheli şeylerden uzak durma gibi tipik
özellikler taşımaktadır. Büyük sûfilerin ve zâhidlerin yetiştiği IX. ve X. (H.
III-IV.) yüzyıllara kadar, tasavvufla ilgili bir takım eserler yazılmış ve
sûfîliğin esasları yazılı hale getirilmiştir. Tasavvuf sözcüğünü ilk kullanan
Ma’ruf-i Kerhî, tasavvuf düşüncesine mârifet unsurunu getiren Zün-Nûn Mısrî,
tasavvufî ahvalleri inceleyen ilk kişi olduğu söylenen Serî es-Sakâtî, zühd ve
tasavvufa yeni boyutlar getiren Bayezid-i Bistâmî, sevgili uğruna candan geçen
Hallâc-ı Mansur, Gazâli’yi hazırlayan ve Bağdat sûfilerinin tartışmasız üstadı
kabul edilen Cüneyd-i Bağdâdî, Allah korkusuna dayanan takvâ anlayışı ile Hasan
Basrî, ilk tekkeyi kuran ve sûfi lakablı ilk zâhid Ebu Hâşim es-Sûfî, tasavvufa
Allah aşkını getiren Rabia el-Adeviyye gibi zâhidler ve sûfiler kendi
devirlerinin tanınmış sîmâları arasında yer almaktadır.

Diğer yandan,
yine bu dönemde, fütüvvet ve melâmet gibi önemli tasavvufî ekoller de ortaya
çıkmıştır. Yukarıda isimleri zikredilen Mâ’ruf-i Kerhî, Serî es-Sakâtî, Cüneyd-i
Bağdâdî gibi fütüvvet ehli sûfiler, Irak’ta tasavvuf adı altında İslam’ın mânevi
hayatını geliştirirken, Horasan bölgesinde Hamdûn el-Kassâr, melâmet adı ile söz
konusu hayatın farklı bir yorumunu ortaya koymuştur. Melâmet ehli ihlas ve riya
konusuna ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok dinin insaniyet yönü üzerinde
durmayı tercih etmiştir.

İlk tarikatin ortaya çıktığı XII. (H.VI.)
yüzyıla kadar olan dönem, tasavvufî düşüncenin doğup geliştiği ve şekillendiği
bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf, geniş ölçüde pratiklere dayanan,
teorilere fazla yer vermeyen, basit fakat derin, sade ve anlamlı bir mânevî
hayat tarzı olarak değerlendirilebilir. XII. yüzyıldan sonra ise Tarikatler
dönemi başlamaktadır. Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi zühd döneminin
ünlü sûfilerinin ortaya koyduğu anlayışın, bu dönemde Gazâlî tarafından
sistemleştirildiğini görüyoruz. Gazâlî’nin, fikrî hayatının oluşmasında üç
önemli unsur etkili olmuştur. Bunlar, filozofları küfürle, Bâtınîliği delâlet ve
sapıklıkla itham etme ve fukaha ve kelamcıları da mistik unsurlara yer
vermemeleri sebebiyle eleştirmesidir. Gazâlî, Y.Nuri Öztürk’ün ifadesiyle,
mezhep çekişmelerinin yaşandığı bir ortamda, kelâm, fıkıh ve tasavvuf terkibiyle sünnî sûfiliği
sistemleştirmeye çalışan bir deha olarak görülmüştür.

Gazâli’den sonra
yetişen ve Gazâli’nin kelam, fıkıh, tasavvuf
terkibine tasavvuf ve felsefe terkibiyle cevap veren İbn Arabî de üzerinde
durulması gereken bir isimdir. Zaman zaman görüşleri ve çalışmaları bakımından
İbn Teymiyye ve İbn Haldun tarafından eleştirilere maruz kalan İbn Arabî’nin
düşünce dünyasının temeli vahdet-i vücûda dayanmaktadır. Bu düşüncesini insan,
aşk ve Muhammedî hakikatle olgunlaştıran Arabî’ye göre Allah’ın bilinmesi
konusunda akıl ve felsefe yeterli değildir, Allah’ı bulmanın asıl rehberi aştır.
Bu kapsamda İbn Arâbi’nin vahdet anlayışı, asırlarca süren tasavvuf geleneğinin
de temelini oluşturur.

Varlık anlayışı tasavvuf dışındaki yaklaşımlarda,
her şeyin kendi varlığı ile kâim olduğu, madde olduğu ve bunu da Allah’ın
yarattığı esasına dayanmaktadır. Tasavvufun varlık anlayışında ise, İbn
Arabi’nin temsil ettiği görüş açısından, gerçekte var olan hiç bir şeyin aslında
var olmadığı, var olan maddelerde Allah’ın isimleri ve sıfatlarıyla tecessüm
ettiği, yani cemâl ve celâl sıfatlarının göründüğü esas kabul edilmektedir. İbn
Arabi’nin görüşüne katılmayan bazı mutasavvıflara göre ise, gerçekte varmış gibi
görünen maddeler aslında yoktur. Bunların hepsi, Allah’ın o maddede
tecellisinden ibarettir. Zâhidler ve sûfiler döneminde yazılmış çeşitli risale
ve kitaplarda bu tür görüşlerin de tartışıldığı (Futuhâtu’l-Mekkiyye,
Fusûsu’l-Hikem, Avârifü’l-Ma’ârif, Mantıku’t-Tayr, Mesnevi..vs) ve bu eserlerin
tasavvufun gelişim sürecinde belirli bir boşluğu doldurduğu
söylenebilir.

Sûfi yaşantılarından ve tasavvufla ilgili kaynaklardan
hareketle, tasavvufun bir takım unsurlar taşıdığını görüyoruz. Bunlar, hâl ve
makam, mârifet, fetih-feyiz, rüya, insan-ı kâmil, hatm-i velayet, kerâmet,
fenâ-bekâ, cem-fark ya da sekr-sahv, şathiye ve aşk olarak açıklanabilir. Bu
kavramların, kısaca ifade edilmesinin yararlı olacağı
düşüncesindeyiz:

Tasavvufta müridin seyr-i sülûk sürecindeki konaklama
yerlerine menzil ya da makam denilmektedir. Makam, müridin yaptığı riyazet ve
mücahede ile Allah katında elde ettiği mânevî yerdir. Hâl ise Allah’ın müride
anlık lütfettiği, geçici bâtınî duygudur. Hâlin vehbî olmasına karşılık makamlar
kesbîdir, çalışma ve mücadele ile elde edilir. Makamların, tevbe, zühd,
tevekkül, kanaat, uzlet, zikir, sabır, murâkabe ve rıza gibi aşamaları
bulunmaktadır.

Tasavvufun unsurlarından mârifet, kalp kaynaklı vâsıtasız
bilgidir. Çalışmadan elde edilen bilgiler vahiy ve ilhamdır. Vahyin
peygamberlere, ilhâmın ise sûfilere özgü bir bilgi yolu olarak görüldüğünü, bu
mânâda, mârifetin vecd ve ilham yoluyla elde edilen bilgi olduğunu
söyleyebiliriz. Mârifetin ilk safhası İlme’l-yakîndir. Bunu şüphelerin ortadan
kalktığı ve gayba ait özelliklerin belirginleşmeye başladığı Ayne’l-yakîn
safhası takip eder. Son aşaması ise, bütün perdelerin ortadan kalktığı ve
tecelli nurlarının kalbe aktığı Hakka’l-yakîn safhasıdır.

Sûfiler, iç
dünyalarından kaynaklanan bilgilere fetih ve bu bilgi yoğunluğuna, coşkunluğuna
feyz adını vermişlerdir. Rüya da yine sûfilerin bilgi yollarından birisi olarak
görülmektedir. Onların hayatlarında görülen hârikulâde davranışlara ise kerâmet
denilmektedir. Müridin seyr-i sülûk sürecinde yaşadığı bazı durumlar da, yine
tasavvufun unsurlarından sayılmaktadır. Tevhidin başlangıcı sayılan ve manevî
bir sarhoşluk olan fenâ hâli, bekâ ile son bulur. Kötü huy ve davranışlardan,
gafletten fâni olma, ilimle ve zikirle bâki olma esas gayedir. Bu süreçte,
müridin kendinden geçerek Allah ile beraber olmasına cem, tekrar normale
dönmesine ise fark denilmiştir. Kalbe gelen mânevi feyizlerle sekr hâlini
yaşayan müride, ibadet ve kulluk için fark, keşf ve mârifet için cem hâlinin
gerekli olduğu belirtilmektedir. Sûfinin sekr ve cem hallerinde söylediklerine
şathiye denilmiştir. Sûfilerin trans hâlinde söylediği şathiyelerin, şeriate
ters gibi görülmesi, onların içinde bulundukları hâlin anlaşılmamasından
kaynaklanmaktadır. Hallâc-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” sözü de bu açıdan
anlaşılmıştır.

Tasavvufun ferdi yönü önemli olmakla birlikte sosyal yönü
de küçümsenemeyecek kadar önemlidir. Tasavvufi hayatın bazı biçimlerini bireyler
ferdi olarak yaşar, ancak genel çizgileri ile tasavvufi hayat şeyhlerin ve
mürşidlerin nezaretinde öğrenilir. Bu eğitimin belli aşamalarında gizlilik
esastır. Bu gizliliğin sebebi, manevî alt yapısı eksik olanların yanlış anlama
ve sapmalarını önlemektir. XII. asra kadar gelişme evresini yaşayan cemaatler bu
asırdan sonra daha düzenli ve disiplinli bir örgütlenmeye gitmiştir. Tarikat adı
verilen bu kurumlar, teşekkül ettikleri tarihten itibaren tasavvufî düşüncenin
yaygınlaşmasında en önemli rolü oynamışlardır.

elifgibi

Mesaj Sayısı : 141
Puanlama : 394
Kayıt tarihi : 20/07/11

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Tasavvuf Üzerine Düşünceler Empty Geri: Tasavvuf Üzerine Düşünceler

Mesaj  elifgibi Paz Tem. 24, 2011 11:03 pm

Sözlükte yol anlamına gelen
tarikat, tasavvufî mânâda Allah’a ulaşmak için tutulan ve bir takım kuralları ve
âyinleri bulunan yol demektir. Sûfiler tasavvufun ilm-i hâl, diğer ilimlerin ise
ilm-i kâl olduğu belirtirler. İlm-i kâl, zâhir bilgisi olup akla ve nakle
dayanmaktadır. İlm-i hâl ise bâtın bilgisi olup çalışmakla elde edilemeyen,
kalbe gelen bilgiyi ifade eder. Sufiler bu açıdan tasavvufun kaynaklarından olan
Kur’an’ı anlama ve yorumlamada te’vil metodunu kullanmakta ve kendilerini ancak
hâl ehli olan ve ilm-i ledün sahibi kişilerin anlayabileceklerini
belirtmektedirler.

Tasavvuf yapısı içinde yer alan tarikatlerin
kendilerine mahsus bir takım adap ve erkanı vardır. Kılık kıyafet, şeyhe
intisap, taç ve hırka gibi. Bununla birlikte tarikatlerin bazı ortak yönleri de
bulunmaktadır. Bütün tarikatlerin temel unsuru zikirdir. Zikir, Allah’ın
isimlerini ve belirli duaları çeşitli zamanlarda, belirli miktarlarda sesli ya
da sessiz söylemek, tekrar etmektir. Mevlevîlerde sema’ olarak adlandırılan
zikrin ilk telkinini Hz. Peygamberin yaptığına inanılmaktadır. Diğer bir özellik
ise, seyr-i sülûk ve nefis terbiyesidir. Seyr-i sülûk, müridin dervişliğe
başlayışından sevgiliye kavuşana, vuslata erene, tasavvufi yolculuğunu
tamamlayana kadar yapmış olduğu kalbî ve manevî yolculuğun adıdır. Mânen
seyreden derviş, seyr ilallah (kalp makamına ulaşması), seyr fillah (ilm-i
ledüne ulaşması), seyr ma’allah (veliliğin sonuna ulaşması) ve seyr anillah
(irşat için tekrar halkın arasına dönmesi) aşamalarından geçer. Bu süreçte
mürşid, müridini nefis ve ruh yolu ile terbiye etmektedir. Seyr-i sülûkun bir
özelliği de çile dönemidir. Müridin, üç ile bin gün arasında değişen zamanda,
şeyhinin kontrolünde sakin bir yere çekilip zikir ile meşgul olması esasına
dayanmaktadır. Hicret veya seyahat de seyr-i sülûkun özelliklerindendir. Maddi
âlemden, ruhlar âlemine yolculuğu ifade eden hicret, vücudun ve kalbin
seyahatini içerir.

Seyr-i urûc ile ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve
hakka’l-yakîn aşamalarına gelen sâlik, seyr-i nüzûl ile insanlığa hizmet için
tekrar başladığı noktaya gelir ve böylece seyr-i sülûkunu tamamlamış olur.
Seyr-i sülûk ile maksat sevgiliye, Allah’a kavuşmadır. Sevgiliden ayrı kalan
âşığın, Cüneyd-i Bağdâdî tarafından sistemleştirilen “misak” nazariyesinde de
ifade edildiği gibi, tekrar ona vuslatı arzulanır. Buna göre, bütün ruhlar
“Bezm-i Elest”’te “Elestü bi Rabbiküm?” suâline “Belâ” cevabını vererek Allah’ı,
Rab olarak tasdik etmişlerdir. Ancak, ruhların bedenlere girmesiyle sevgiliden
ayrılık başlamış, Allah’tan uzak kalmanın acısı ve hüznü âşığı derinden
etkilemiştir. Tasavvuf eğitiminin gayesi de bu ayrılığı ortadan kaldırarak
insanın içindeki gurbet duygusunu gidermek ve ezeldeki saflığına ulaştırmak
olmuştur.

Bu konuda Necmeddin Dâî’nin Mirsâdü’l-İbâd adlı eserinde
ayrıntılı bilgi bulmak mümkündür. Dâî, bu konu ile ilgili olarak şem’-pervâne
ilişkisine dikkat çeker. Elest öncesi ruhlar Cemâl-i Mutlak ile beraberdir.
Ruhlar için vatan burada Tanrı varlığıdır. Ondan ayrılma gurbete düşmektir.
Allah, cemâlinden dolayı tecelli etmek istemiştir ve bunun için de ruhları
bedenleştirerek insan yapmayı kararlaştırmış, bundan sonra ruhları çağırıp
onları elest meclisinde toplayıp anlaşma yapmıştır. Yukarıda belirtilen bu
anlaşmadan sonra ruhlar bedenlere gönderilmiş ve çeşitli perdelerden geçerek
Allah’tan ayrılmıştır. İnsanın vatanından ayrılıp gurbete düşmesi gibi, ruhlar
da Tanrı varlığından ayrılıp gurbete düşmüştür. Bedenlere gönderilen ruhlarla
Allah arasına giren perdeler, ruhlara Allah’ı unutturan engeller olarak telakki
edilmiştir. Bu aşamalardan sonra ruhların, Allah’tan ayrılarak bedenlere girmesi
ve Allah’ı unutması, insanın hayvânî nefis ile hayata başlamasını sağlamıştır.
Mutasavvıfların sıkça işledikleri ve çeşitli kısımlara ayırdıkları nefis bu
açıdan ikili bir yapıya sahiptir. Biri madde kısmıdır, topraktan gelmiştir ve
ölümlüdür; diğeri ise mânevî kısmı, ruhlar âleminden gelen kısmıdır. Madde
kısmının ortadan kalkmasıyla mânevî kısmı da tekrar geldiği yere döner. Tasavvuf
işte bu noktada önemli bir fonksiyon icra etmiştir. İnsanın nefsini hayvânî
isteklerden arındırmasıyla kalbinde bir imân belirir, ki bu da genel kanıya göre
ışık şeklinde tezâhür eder. Bu ışık, aynı zamanda sevginin de timsâlidir. Bu
çerçevede, mutasavvıfların gözünde kalp, insanda var olan evrenin küçük bir
modeli olarak algılanmıştır. Allah insanı kalbi için, kalbini de kalpte
ulaşılabilecek mârifet bilgisini bilmesi için yaratmıştır. İnsan, hayvânî
nefsini kontrol altına aldığında, aşkla kendisini hakikate götürecek yolları
geçer ve vuslata kavuşur. Bu amaçla nefsi kontrol altına almaya yönelik metodlar
da zaman içinde tarikatların doğmasını sağlamıştır.

Bu bakımdan seyr-i
sülûk ile amaçlanan müridin/sâlikin insan-ı kâmil makamına ulaşmasıdır.
Sûfilerin gözünde kâinat aynasının cilası olan insan-ı kâmil, genel anlamda Hz.
Adem, özel mânâda ise Hz. Muhammed olarak algılanmıştır. İnsan-ı kâmil, seyr-i
sülûkunu tamamlamış ve olgun insan mertebesine ulaşmış kişi demektir. O vecd ve
istigrak hallerinde, vuslatı bulduğunda, aştığı makamların verdiği derûnî haz ve
cezbe durumlarında kendini tutabilmiş ve sâlik olarak başladığı yolculuktan
mürşit olarak dönmeyi başarabilmiş kişidir. Daima huzurlu olma, her işte bir
hikmet görme, dünyanın ve eşyanın hakikatini kavrama, ifrat ve tefritten
sakınma, özüyle ve sözüyle doğru olma insan-ı kâmilin vasıfları
arasındadır.

Seyr-i sülûkta kişinin, yukarıda zikredilen makamları
geçerken, içinde bulunduğu vecd ve istiğrak hallerinde kendine hâkim olmasının
önemine değinen Y.Nuri Öztürk’ün, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatler adlı
çalışmasında Mansur örneğini görüyoruz. Ona göre, Hallac-ı Mansur cezbe hâlinde
taşkın ruhunu susturamamış ve bunu başıyla ödemiştir. Hakka’l-yakîn noktasına
geldiğinde, sevgilinin cemâli karşısında onda kendini görmüş ve “Ene’l-Hak”
diyerek kendinden geçmiş ve aşkın sırrını ifşâ ettiğinden dolayı sülûka
başladığı noktaya geri dönmediği için de yolculuğu yarım kalmıştır.

Bu
yönüyle Hallac’ı, Mevlâna ile karşılaştıran Y.Nuri, Mevlâna’nın vecd ve istiğrak
hallerinde yok olmaktan, Şems ve Çelebi Hüsamettin gibi dehalar tarafından
kurtarıldığına dikkat çeker. Eğer bu şahıslar olmasaydı, Mevlâna’daki engin
cezbenin de kabına sığmayacağı, Hallac-ı Mansur ya da Nietzsche gibi kendini yok
edeceği görüşünde olan Yaşar Nuri’ye bu noktada katılmadığımızı da
belirtmeliyiz. Edebiyatımızda çoğunlukla darağacı ve Ene’l-Hak kavramlarıyla yer
alan Hallac, sevgili uğruna her şeye göğüs germe, candan geçme ve ölmenin
sembolü olarak görülmüştür. Mansur gerçeği bulmuştur, ancak yüz yüze geldiği
gerçek bir sır olarak kalması gerekirken, o bunu ifşa etmiştir. Bu yönüyle
Schimmel’in de ifadesiyle o, aşk sırrını açıklama olgusunun simgesi durumuna
gelmiştir.

Tarikatler, kendi içlerinde çeşitli tasniflere tabi
tutulmuşlardır. Fikrî yapılanmalarına göre hak ve bâtıl tarikatler, zikrî
yapılanmalarına göre hafî, cehrî, kıyâmî tarikatler, takip ettikleri yöntemlere
göre ise tarik-ı ahyar, tarik-ı ebrâr ve tark-ı şuttâr gib tasnifler örnek
verilebilir. Bu tasniflerden sonra başlıca tarikatler arasında Kâdiriyye,
Yeseviyye, Rifâiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Kübraviyye, Mevleviyye,
Nakşıbendiyye, Halvetiyye, Bektaşiyye, Bayramiyye, Celvetiyye
sayılabilir.

Zamanla tasavvufun özünü oluşturan bir yapıya bürünen
tarikatlerin, bir kısmının çeşitli tesirlerle (muhitin sosyal ve fikri yapısı,
yerel kültürle münasebetleri gibi) esas mecralarından saptığı bilinmektedir. Bu
açıdan, özellikle Türklerin İslam’ı kabulünden ve Anadolu’nun İslamlaşmasından
sonra ortaya çıkan bu tip tasavvufî hareketler arasında Hurûfiyye, Kalenderiyye
ve Haydariyye sayılabilir

Tarikatler genellikle tekke, zâviye, dergah,
âsitâne gibi adlarla anılan mekanlarda faaliyet göstermektedir. Bu mekanlar,
tarikat üyelerinin devam ettikleri, toplu ya da ferdî zikir yaptıkları, sohbet
ettikleri, edep-erkan öğrendikleri ve terbiye gördükleri yerler olmakla beraber,
çoğunlukla çeşitli dînî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da olmuştur.
Kırsal alanlarda medreselerin görevini de üstlenen bu mekânlar, ayrıca yolcu ve
gariplerin barınma yerleri olarak da bilinmektedir. Edebiyat, şiir ve mûsikî
gibi güzel sanatların gelişmesine olan katkıları da bu kurumların
özelliklerindendir.

Tasavvuf, gönlü merkez kabul ettiğinden dolayı insanı
konu almış, insanın ruh ve gönül dünyasını aydınlatmayı ilke edinmiştir. Bunu
yaparken de sanat ve edebiyatla yakın ilişkiler içinde bulunmuş ve özellikle de
şiirde temâyüz etmiştir. Mecazlı anlatımlarla ele alınan tasavvufî aşk
anlayışının Türk, Fars ve Arap edebiyatlarında en güzel eserlerin oluşmasına
vesile olduğunu görüyoruz. Leylâ ile Mecnun, Hüsn ü Aşk ve Mesnevî gibi
eserlerin her devirde yeniden tekrarlandığına şahit oluyoruz. Sevgiliyi
anlatmanın en güzel ve en önemli araçlarından birisi olan gül mazmununun da,
çoğunlukla bülbül ile birlikte, şiirimizde sıkça kullanıldığı
bilinmektedir.

Tasavvuf beden-ruh, zâhir-bâtın ve lafız-mânâ ayrımı
yapmakta ve birincileri ihmal etmese de daima ikincilere ağırlık vermektedir.
Zamanla, zâhirî ilimlerle bâtınî ilimlerin arasındaki mesafe açılmış, bunun
sonucu olarak da zâhir ehli ile bâtın ehli arasında zıtlaşmalar ve
anlaşmazlıklar vuku bulmuştur. Bu süreçte, Kuşeyrî, Hücvirî ve Gazâlî gibi
kendilerini kanıtlamış olan mutasavvıflar çeşitli eserler vücuda getirerek bu
anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Tasavvuf perdesi altında,
İslâm’a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden ve
mezheplerden, mistik akımlardan, felsefeden kaynaklanan etkilenmeler de yine
zâhir ve bâtın ehli arasındaki ihtilafın sebepleri arasında zikredilmesi gereken
konulardır.

Bu etkilenmelerin sonucu olarak, ibadetlerin vuslatın
gerçekleşmesiyle birlikte düşmesi, her şeyin mubah olması, velinin peygamberden
üstün olması, hulul ve tenâsüh gibi inançların ortaya çıkması tasavvuftaki
sapmalar olarak değerlendirilmektedir. Yine zaman içinde bazı tarikatlerde
görülen, dünyayı tümden terk, ruhbanlık, evlenmemek, et yememek, tevekküle
sarılıp kalmak, nefse işkence etmek, çalışmamak, vakıf gelirleriyle geçinmek,
temizliğe riayet etmemek, toplumu terk edip inzivaya çekilmek, tasavvufu
kıssacılık, menkıbecilik, raks ve semadan ibaret sanmak gibi davranışlar
tasavvufun ruhuna büyük zararlar vermiştir. Söz konusu davranışlar, her ne kadar
tasavvuf içinde varsa da, bunların bir takım kuralları, sınırları ve şekilleri
bulunmaktadır. Burada kastettiğimiz, kurallara uymayan ve haddi aşan
davranışlardır.

Bu gelişmelerden dolayı, Kuşadalı İbrahim Halvetî
yaşadığı dönemi, tasavvufun gelişim tarihi açısından yeni bir devir olarak
değerlendirmektedir. O, artık feyzin kalmadığını düşündüğü tekkelerin, hem
İslam’ın hem de ülkenin sırtında bir yük olduğu kanısındadır. Kur’an merkezli
sülûku esas alan Kuşadalı, insanların toplumsal yaşamdan kopmamaları gerektiğini
ve içtimai hayattaki sıkıntı ve çilelerin, kişinin sülûkuna, tasavvuf eğitimine
denk olacağını ileri sürmektedir. Onun yeryüzünü tekke olarak gören düşüncesinin
arkasında, insana ve Allah’a hizmet yarışının bulunduğu
görülmektedir.

Tasavvuf tarihinde, aşırı zühd ve takva temeline dayalı
klasik tasavvuf anlayışına bir tepki olarak, İran ve orta Asya’da ortaya çıkan
ve sûfi çevrelerin marjinal bir kesimi olarak değerlendirilebilecek Kalenderîlik
üzerinde de durulması yerinde olacaktır.

Kalendernâmeler, Rubâiyyat,
Velâyetnâme-i Otman Baba gibi Kalenderî kaynaklardan, sûfi tabakatları ve
menâkıbnâmelerden, vekâyinâmeler, siyâsetnâmeler, seyahatnâmeler ve şuâra
tezkireleri gibi tarihî ve edebî kaynaklardan öğrendiklerimize göre
Kalenderîlik, yaşadıkları toplumun kurallarına karşı çıkarak dünyayı kâle almaya
gerek görmeyen ve bunu davranışlarıyla açığa vuran kişilerin oluşturduğu
tasavvuf akımı olarak bilinmektedir. Tek parça halinde bir yapı sergilememesine
rağmen hepsinde görülen ortak nokta, dünyevî her şeyi arkaya atarak yalnız ilâhî
aşkı önemsemeleri ve İslâm’ı bu açıdan yorumlamalarıdır.

Melâmetiliğin
biraz farklılaşmış biçimi olan Kalenderîlik, mistik temellerini oluştururken
doğrudan ya da dolaylı olarak Hint ve İran mistisizminden etkilenmiştir. Budist,
Zerdüşt ve Maniheist etkilerin görüldüğü Kalenderî zümrelerin ortak özellikleri,
üç-beş kişilik gruplar halinde gezmek, geçimlerini dilenerek sağlamak, baş, kaş,
sakal ve bıyıklarını kazıtarak acayip kılıklarla dolaşmaktır. Kalenderîlerin
kurucu olarak kendilerine Cemâleddin Yusuf es-Sâvî’yi uygun gördüklerini
belirten A.Yaşar Ocak, tarihî belgelerin henüz bunu tescil etmediğini, ilk
Kalenderîlerin aslında melâmetî şeyhleri arasında aranması gerektiğini ifade
etmektedir. Kalender lakabını ilk defa kullanan X. yüzyılda yaşamış Baba Tâhir-i
Uryân-ı Hemedânî’dir.

elifgibi

Mesaj Sayısı : 141
Puanlama : 394
Kayıt tarihi : 20/07/11

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Tasavvuf Üzerine Düşünceler Empty Geri: Tasavvuf Üzerine Düşünceler

Mesaj  elifgibi Paz Tem. 24, 2011 11:04 pm

Kalender (Arapça k-l-n-d-r
harflerinden oluşmuştur) kelimesinde bu meşrebin esasını oluşturan beş kavramın
saklı olduğunu ve bu kavramların tamamına sahip olan kişilerin kalender
olabileceğini dile getiren menâkıbnâme yazarları, bu beş kavramın kanaat (k),
lutf (l), nedâmet (n), diyânet (d) ve riyâzetten (r) ibaret olduğunu
belirtirler. Kalenderîlerin doktrininde tasavvufî esaslar (fakr ve tecerrüt,
melâmet, vahdet-i vücûd), Hurûfî tesirler ve Şiî etkiler önemli olmuştur.
Kalenderilerin tasavvufî yaşamları, dünyaya itibar etmeme ve münzevî bir hayat
sürme, faziletleri gizleyip kötü yönleri sergileme esasına dayanıyordu. Vahdet-i
vücûd inancı bu yapı içinde genellikle şeyhlerin yeteneksizliklerinden dolayı
yeterince anlaşılamamış, devir, tenasüh ve hulul gibi inançların ortaya
çıkmasına zemin hazırlamıştır. Örneğin Otman Baba ve müridlerinde vahdet-i vücûd
tam anlamıyla hulul ve tenasüh şekillerini almıştır. Kalenderilikteki Hurûfî
tesirler, Hurûfiliğin Remeli’ye geçerken Kalenderîlere sızmasıyla başlamıştır.
Kaygusuz Abdal’ın Vücudnâmesinde bunun örnekleri görülmektedir. Kalenderîlerin
Şiî geçinmelerine, Oniki İmam’ı takdis etmelerine rağmen, İranlı Şiî müellifler
bu grubun Şiîlikle bir ilgisinin bulunmadığı görüşündedir. Gerekçeleri de
Kalenderîlerde tenasüh, hulûl ve ulûhiyyet gibi Şiîliğe aykırı inançların
bulunmasıdır.

Kalenderîlik, henüz kesin olarak ifade edilmese de, ilk
defa Cemâleddin Sâvî tarafından teşkilatlandırılmıştır. Tarikatın İslam
dünyasında en fazla yayılan ve en uzun ömürlü olan kolları XIII-XV. Yüzyıllar
arasında İran’da ortaya çıkmıştır. Haydârilik, Câmîlik gibi. Kalenderîliği
Cemaleddin Sâvî’den sonra temsil eden en büyük şahsiyet, Haydâriliğin kurucusu
olan Şeyh Kutbuddin Haydârî’dir.

Haydâriler, Kalenderlerden farklı olmak
için bir takım şekli değişiklikler yapmışlardır. Şeyhlerine genellikle “Baba”
unvanı veren Haydâriler, Kalenderlerin aksine bıyıklarını kesmezler, boyunlarına
demir bir halka ile kulaklarına demir küpe takarlar. Zâviyelerine ise
Haydârihâne denilmektedir. Ahmed-i Câmî Nâmıkî tarafından kurulduğu bilinen
Câmîlik hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Ancak IX. yüzyılın kalender-meşreb
şâiri Hâfız-ı Şirâzî olarak görülmektedir. Anadolu’da popüler anlamda bir
Kalenderîlikten söz edildiğinde ilk akla gelenler Vefâyilik ve Haydârilik
olmaktadır.

A.Yaşar Ocak, Anadolu’da yüksek zümre Kalenderîliği
denildiğinde Selçuklular devrinde, Şems-i Tebrizi, Kırmânî ve Fahreddin-i
Irâkî’den söz etmektedir. Osmanlılar’ın kuruluş devresinde Rum Abdalları olarak
anılan Geyikli Baba, Abdal Murad, Abdal Mehmet ve Abdal Musa; XIII-XV.
yüzyıllarda Kaygusuz Abdal, Seyyid Ali Sultan, Şucâeddin ve Otman Baba gibi
Kalenderî dervişlerin varlığını da unutmamak gerekmektedir.

XIV ve
XVII.yüzyıllar arasında Osmanlı coğrafyasında Kalenderler, Haydâriler, Rum
Abdalları, Câmîler, Tarlaklar, Şemsîler gibi değişik isimler altında Kalenderî
zümrelerinin örgütlendiği görülmektedir. XV.yüzyıldan itibaren Kalenderîlik
içinde belirginleşip gelişen ve Osmanlı yönetimince de desteklenen Bektâşiliğin
ortaya çıkmasıyla XVII.yüzyıldan sonra yerli ve yabancı kaynaklarda
Kalenderilik’ten pek bahsedilmemiştir. XVI.yüzyıl boyunca Osmanlı yönetimi,
Kalenderîleri baştan beri ehl-i sünnet dışında olmaları, Şiî-Safevî
propagandasına alet olarak yönetime muhalif olmaları ve toplum düzenini bozma
eğilimleri taşımaları sebebiyle yakın takibe almış ve suçlu bulunanları
cezalandırma yoluna gitmiştir.

Kalenderîler, toplum nizâmına muhalefet
olarak ortaya çıktıkları için zaman zaman bulundukları bölgelerde isyanlar
çıkarmışlardır. 1240’ta çıkarılan ilk isyan Babai İsyanı’dır. Bunu XV.yüzyılın
başlarında çıkarılan Şeyh Bedrettin İsyanı takip etmiştir. Yine Aydın ve Manisa
yörelerinde çıkarılan küçük çaplı isyanlar da aynı türdendir. XVI.yüzyılda
II.Bayezid’e karşı girişilen Şah Kulu İsyanı ve Kanuni Sultan Süleyman’a karşı
yapılan Şah Kalender Hareketi Kalenderiler’in çeşitli maksatlarla çıkardıkları
isyanlar arasında sayılabilir.

Kalenderîlerin neden marjinal bir mistik
çevre oluşturduklarını ve toplumla merkezî yönetime muhalefet ettiklerini
irdeleyen A.Yaşar Ocak, konuyla ilgili çalışmasında bu soruların nedenleri
üzerinde şunları ileri sürmektedir: Kalenderi dervişlerin mistik temellerinde
toplumu ve inançlarını dışlama ve bunun aksi istikametinde yaşama düşüncesi
hâkimdir. Dervişlerin geldikleri ve bulundukları sosyal yapılar önemli
olmaktadır. Çünkü XIV.yüzyıldan sonra Anadolu’daki Kalenderi gruplarda gerçek
anlamda tasavvuf tefekkürü sona ermiştir. Bunun sonucu olarak da yozlaşmış,
bayağı ve niteliksiz anlayış ve düşünceler, kaba saba süflî bir hayat baş
göstermiştir. Kalenderiliğin insan kaynakları özellikle son dönemlerde oldukça
uyumsuz, problemli, câhil, tasavvufla ilgisiz, kozmopolit zümrelerden
oluşmuştur. Bu durumdaki kişilerin anarşik faaliyetlere meyletmeleri ve
fırsatları kollamaları tabii hale gelmişti. Kalenderlerin toplumdan gördükleri
itici tavırla, topluma karşı yeniden muhalefet etmeleri de süregelen yozlaşmanın
bir sonucudur.

Kalenderîliğin tasavvuf tarihi açısından Anadolu’da
meydana getirdiği en önemli sonuç Bektâşilik gibi bir tarikatın doğuşunu
hazırlaması olmuştur. XV.yüzyıldan sonra müstakil bir tarikat olarak
faaliyetlerine devam eden Bektâşiliğin, Kalenderîliğin içinde geliştiği bugün
açık ve net bir şekilde bilinmektedir.

Tasavvufun ehl-i sünnet içinde,
ancak ondan ayrı olarak asırlardır varlığını sürdürmesini, mutasavvıfların aşk
anlayışlarına, ilm-i ledün bilgisine sahip olmalarına ve Kur’an’ı anlama ve
yorumlamadaki farklılıklarına bağlayabiliriz.

Mutasavvıfların aşk
anlayışı ve bâtınî bilgi sahibi oluşları üzerinde yukarıda ayrıntılı olarak
durulmuştu. Burada onların Kur’an’ı anlama ve yorumlama farklılıklarına, tefsir
ve te’vil faktörüne değinmek istiyoruz. Ulemâ ya da müfessirler (bir anlamda
görüş olarak medreseyi temsil ederler) Kur’an’ı anlama ve yorumlamada pozitivist
bir yol izlemektedirler. Kur’an’da geçen ifadelerin kökenlerine kadar giderek
dil çalışmaları yapmaktan uzak kalmazlar. Çünkü müfessirin tefsir ettiği
dönemdeki bir kelimenin kullanımı ve anlam dünyası, Hz.Peygamber döneminde
kullanıldığı şekli ile aynı değildir. Bu anlamda müfessirlerin dil çalışmalarına
titizlikle dikkat ettikleri, en eski kabilelere ve en eski şiir örneklerine
kadar gittikleri görülür. Söylediğimize örnek olması açısından klasik şiirimizde
kullanılan “aşk” kelimesini gösterebiliriz. Bugün tamamen cinsellik anlamının
temel anlam görüldüğü “aşk” kelimesi, klasik şiirimizin hiçbir döneminde temel
anlam olarak cinsellik anlamında kullanılmamıştır.

Mutasavvıflar ise
Kur’an’ı anlama ve yorumlamada tefsire önem verdikleri gibi daha fazla te’vil
metoduna yönelmişlerdir. Bu çerçevede Kur’an’da görünürde olmayan anlamları,
gizli mânâları görmeye çalışmalardır. Bazı âyetlerde bu konuda açıklamalar
bulunmakla birlikte özellikle müteşâbih âyetler ve mukataa harflerden müteşekkil
yapılar, mutasavvıfların en çok dikkatini çeken yönler olmuştur. Bu kapsamda
zâhirî anlamları esas alan müfessirlerin de Kur’an’ın Bâtınî anlamlar ihtiva
ettiğinde hemfikir oldukları görülür. Tasavvuf dünyası Kur’ân’ın bâtınî (gizli)
anlamlarını ön plana çıkarmış, müfessirlerin pozitivist yaklaşımlarına karşılık
metafizik bakış açısını ilke edinmiştir. Bu ilkeden hareketle insanların
metafizik dünyalarındaki boşluğu doldurma yoluna gitmişlerdir.

Tasavvuf,
tarihî gelişimi içinde incelemeye çalıştığımız gibi, İslam medeniyeti ile
birlikte doğmuş, büyümüş, duraklamış ve bir çok sebeplerin neticesi olarak da,
son devirlerde çökmeye yüz tutmuş, hamle gücünü kaybetmeye başlamıştır.
Tasavvuftaki bu geriye gidişin, yozlaşmanın nedenleri üzerinde bir çok
değerlendirme yapılmış ve konuyla ilgili çeşitli kitaplar hazırlanmıştır. Bu
değerlendirmelerde dile getirilen eleştirilere baktığımızda ortaya karamsar bir
tablo çıkmaktadır. Tasavvufun mânâsının gidip yerine isminin kalması, yaşanır
olmaktan çıkarak söylenir ve yazılır hâle gelmesi; yol yordam bilmez kişilerin
sûfilik iddiasında bulunarak tasavvufa olmayan şeyleri sokması; tasavvufu kabul
edenlerin davranışlarıyla bunu inkâr etmesi gibi pekçok sebep tasavvufun
gelişimini sekteye uğratmıştır.

Tarihsel süreç içinde, tasavvufun insan
eğitimiyle ilgili olarak geliştirmiş olduğu yöntemler, tarikatler aracılığı ile
bütün dünyaya yayılmışsa da, burada dile getirilen olumsuzluklar gibi pek çok
nedenin tabiî sonucu olarak, gönüller tasavvuftan soğumuş, vicdanlar sûfilerden
hoşlanmaz, hatta nefret eder hâle gelmiştir. İslâm kültür dünyası içinde
yüzyıllardır oldukça faal bir yapıda gördüğümüz tasavvuf, çağımızda daha kapalı
bir yapılanma sergilemektedir. Tasavvufun geleneksel tekke eğitimi giderek
önemini kaybederken, günümüzde yayın faaliyetlerindeki artış dikkatlerden uzak
değildir.

elifgibi

Mesaj Sayısı : 141
Puanlama : 394
Kayıt tarihi : 20/07/11

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Tasavvuf Üzerine Düşünceler Empty Geri: Tasavvuf Üzerine Düşünceler

Mesaj  elifgibi Paz Tem. 24, 2011 11:05 pm

KAYNAKÇA:

1. Aynî, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, (Sadeleştiren: Hüseyin
Rahmi Yananlı), Kitabevi, İst., 2000.

2. İz, Mahir, Tasavvuf, Rahle Yay.,
İst., 1969.

3. Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, Dergah Yay.,
İst., 1985.

4. Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı imparatorluğu’nda Marjinal
Sûfîlik: Kalenderîler, Türk Tarih Kurumu Yay., Ank., 1992.

5. Öztürk
Yaşar Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatler, Sidre Yay., İst., 1988.

6.
Schimmel, Annamaria, Tasavvufun Boyutları, (Çeviren: Ender Gürol), Adam Yay.,
İst., 1982.

7. Lings, Martin, Tasavvuf Nedir?, Akabe Yay., İst.,
1986.

8. Gazâli, Tasavvufun Esasları, (Çeviren: Ramazan Yıldız), Şamil
Yay., İst., Trhsz.

9. Kelebâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf,
(Hazırlayan: Süleyman Uludağ), Dergah Yay., İst., 1979.

10. Güngör, Erol,
İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Yay., İst., 1982.

11. Gölpınarlı,
Abdülbâki, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yay., İst. 1969.

12. Gölpınarlı,
Abdülbâki, 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, Gerçek Yay., İst.
1969.

13. Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, Marmara Ünv. İlahiyat
Fak. Yay.

14. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst.,
1991.

15. Çağatay, Neşet – Çubukçu, Agâh İbrahim, İslam Mezhepleri Tarihi
I, Ankara Ünv. İlahiyat fak. Yay., Ank.,
1965.


--------------------------------------------------------------------------------

*
İlyas YAZAR, Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve
Edebiyatı Ana Bilim Dalı, Araştırma Görevlisi

KAYNAK: İlyas. Tasavvuf
Uzerine Düşünceler, Yedi İklim Dergisi, Nisan 2002, S.145,
s.48-56.



İlyas YAZAR

elifgibi

Mesaj Sayısı : 141
Puanlama : 394
Kayıt tarihi : 20/07/11

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz